YAZARLARIMIZDAN

Tuncer ERTEN

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ…

Sularda akan zaman “Sıcak hatıraları olmayanlar, kışı soğuk geçirmeye mahkumdurlar.” Bilindiği gibi, gençler ümitle, yaşlılar (İhtiyar olmayanlar) hatıralarla yaşarlar.İhtiyarlamadan yaşlanabilenler ne mutlu size…
Şimdi, üzeri karla kaplı Erciyes’e benzeyen başınızı yaslayın arkanıza,kapatın gözlerinizi ve dönün çocukluk yıllarınıza. Geçen zamanı, sularda akarak yeniden yaşayın.
Tekir Yaylası’nda birleşen kaynakların oluşturduğu Deliçay, Yallıgölek’te soluklandıktan sonra Hisarcık’la Kıranardı’nı küstürmeden birbirinden ayırarak yoluna devam eder. Çay Bağları’nı geçerken, bir türkü tutturur:
Ali Dağı da derler dağların hası, Çekmiş koltuğuna koca Talas’ı
İndim Hisarcık’a yedim kirazı,
Dedikten sonra hem kıvrılır, hem de oynar “Bızdık Havası”nı.
Sonra döner Talasaltı’na doğru. Bir arklık su çevirerek, kabak sulayan ırgatların yorgun türküleri duyulur derinden:
Talas’ın altı bostan
(Aman) Yıkılsın Arabistan
Arabistan kızları
(Aman) Ne don giyer, ne fistan…
Deliçay, türkünün ritminden kendini kurtararak, döner şehre doğru. Daha da yayılarak tam sessizliğe büründüğü anda, Talas’ın tepelerinden aşarak Ali Dağı’nda yankılanan bir ezgi bozar sessizliği:
Ağam İstanbul’u mesken mi tuttun,
Gördün güzelleri beni unuttun,
Sılaya dönmeye yemin mi ettin?
Gayrı dayanacak özüm kalmadı,
Mektuba yazacak sözüm kalmadı.
Kuruköprü Köyü’nden yavuklusu gelecek diye İstanbul’a gönderen ve yedi yıllık ayrılığa türküler yakan genç kızın umutsuzluğu vardır son dizelerinde:
Ağam İstanbul’da salkım söğüttü
Şeklini unuttum nasıl yiğitti?
Seninle gidenler oğlan büyüttü.
Tez gel ağam tez gel eğlenmeyesin,
Orda güzel çoktur evlenmeyesin.
Arkası gelmeyen türkü ile birlikte Deliçay kendini toparlar ve içi daralarak şehre ulaşır. Yeşillikler içinde kaybolan Gültepe’nin kenarı rengarenk menekşelerle bezenmiş küçük havuzuna ağzından su akıtan mermer aslanı görmezlikten gelir. Ama biraz daha ileride bilinen o hüzünlü türkünün yaşanmış öyküsünü duymazlıktan gelemez:
Hunat Mahlesi’nde yaylayamadım,
Divane gönlümü eyleyemedim,
Hamdi kardaşıma söyleyemedim.
Deliçay durgunlaşır, bilir ki; türkünün ara bölümleri daha da etkilidir:
Ay karanlık bir gecede vurdular beni,
Ölmeden kabire anam koydular beni.
Daha fazla dayanamaz, uzaklaşmak ister ama nafile. Kalleşliğin, yiğitliğe galebe çaldığı bir kez daha yinelenir derinden:
Vurma zalım vurma kama yarası
Bura meydan yeri değil sokak arası.
Gözyaşlarını içine akıtır Deliçay, hırçınlığı tamamen kaybolur. Demiryolunu geçerken bile başını eğer. Ne hasret yüklü trenin, üzüntüsünü bölüşmek istercesine çaldığı uzun düdük sesini duyar, ne de kompartımanın penceresinden sallanan eli görür. O, Kavakyazısı’na sınır çizerek ve kimseye görünmeden sürdürür akışını . Ta ki; gündoğumu istikametinden gelen yorgun kuşların çığlığı ile uyanır uykusundan. Gelen; yine ayrılık, yine hasret haberidir Gesi’den.
Kalabalık bir ailede, öksüz büyüyen bir küçük kızın, bir nüfus eksilsin diye gelen edildiği yerden. Deliçay’a bu acıklı öyküyü anlatan kuşlar; küçük gelinin, ana hasretiyle yanıp tutuştuğunu da söylerler. Baba şefkati görmeyen, anne sevgisine muhtaç genç kız, yeni evinden ve eşenden de beklediği ilgiyi görememiştir. Güz günü bir ikindi vaktidir. Kapının eşiğine oturan küçük gelinin özlemi yüreğinden de taşar:
Gesi bağlarında üç ırgat işler
Anamdan mı gelir şu uçan kuşlar,
Analar doğurur, ele bağışlar.
Atma anam beni dağlar ardına,
Kimseler yanmasın, anam yansın derdime.
Ağıt tarzında söylenen türkünün öyküsü, sona doğru daha da hazin bir hal alır. Doğan çocuğunu sevinirken,
bir türlü göremediği annesinin ölüm haberiyle yıkılır:
Ocağa et vurdum yiyesim geldi,
Ciğerim anamı göresim geldi,
Açıp mezarını giresim geldi.
El kadar alnımda türlü türlü yazım var,
Evvel bir başım idi şimdi bir de kuzum var.
Deliçay, küçük gelinin akibetini merak eder ama, kuşlar çoktan dönmüşlerdir geldikleri yere. Çaresiz devam eder akmaya.
O kadar yorgundur ki; Yeni Mahalle çayırında top oynayan çocukların şamatasına bile dönüp bakamaz.
Sarımsaklı suyuna ulaşıp yorgunluğunu giderirken, Erkilet havuzlarını dolduran kaynak sularının şakırtısı, bir türkünün oynak nağmelerine eşlik eder yamaçlardan: Erkilet güzeli bağlar bozuyor,
Kirpikleri kalem olmuş yazıyor.
Tek tek basan, bade süzen güzellerin, üzüm kokan nefeslerinden dökülen bu nağmelere, kınalı parmaklarıyla ve inci dizer gibi doldurdukları taze yaprak sarmasının: insanı uzak yoldan geri döndüren kokusu karışır.
Karpuzatan’ın doğal havuzunda, çıktığı kaynağı unutarak, dostça birbirine kavuşan sular, içinde, çift ayak vurarak yüzen, uzun donlu ve ağzı çaman kokan çocuklarla da sevecen ve hoşgörü ile oynaştıktan sonra, görevini tamamlamış olmanın mutluluğu içinde bir başka macerayı yaşamak üzere vadiden uzaklaşır. “Zamanın su gibi akması bu olsa gerek …” diye düşünürsünüz açmadan gözlerinizi. Ve bir daha yaşamak istersiniz, o yılların başka güzelliklerini, yeniden dönmeniz gerekir suyun başına, Tekir Yaylası’na.
Yollarda yürüyen zaman Deliçay’ın Yallıgölek’te soluklanmasını fırsat bilerek, bir kol ayrılır telaşla. Beton su arkını takibeden patika yolda yaşanmışların izinden yürümeye başlar keyifle.
Küçük suyun telaşı pek anlaşılmaz yoldan bakınca ama, biraz ilerleyince bu telaşın mutluluğa dönüştüğü görülür. İçine girdiği teneke oluktan köpük içinde aşağıya doğru düşerken, korku ile heyecanı birlikte yaşar. O artık küçük su değil bir güç olmuştur değirmen taşlarını döndüren. Patika yol, öğütülmüş taze un kokan köhne değirmene indirir sizi yokuştan. Saçı sakalı değirmende mi ağarmış, yoksa gerçekte ak saçlı ve sakallı mı olduğu pek fark edilmeyen değirmencinin yüzündeki yorgunluk ve huzur içerinin loşluğuna rağmen fark edilir. Avucuna koyduğu, yerli buğdaydan öğütülmüş esmer kepekli ve ılık unu, hamur haline getirerek özünü kontrol eder ve tadına bakar. Görevini eksiksiz olarak yapmış olmanın keyfini çıkarmak üzere, kapının önündeki yuvarlak cingitaşa, belini tutarak oturur ve tabakasını açar kenarına vurarak sigarasını acele etmeden ve özenle sarıp, yasemin ağızlığa taktıktan sonra, tabakasını belindeki kuşağın içine yerleştirir. Yeleğinin cebinden çıkardığı çakmağının kavını, çakmak taşıyla birkaç defa vurup ustaca ateşler ve sigarasını yaktağı kavını söndürerek yerine koyar.
Sigarasından çektiği derin nefesten sonra gözleri dalar uzaklara. Artık o, akan suyun sesine karışan değirmen taşının gürültüsünü bile duymaz ve tüm yaşamını kendince öğütmeye başlar mırıldanarak:
Kahpe felek değirmenin döndü mü?
Bağın, bahçen sular ile doldu mu?
Ben yaparım, sen yıkarsın bendimi, Döne döne nöbet bize geldi mi?
Değirmenden sonra devam eden patika, giderek düz yola karışır. Tam mezarlığın önünden geçerken, değirmencinin kendince öğüttüğü yaşamının acı gerçeği, Erciyes’ten gelen sert rüzgarla birlikte yüzüne vurur tokat gibi.
Yaşadığı şok uzun sürmez. Yürüdükçe tükenen yollar gibi, sırrı bir türlü çözülemeyen ölüm gerçeği de, geride kalmaya mahkumdur. Hayat, her şeye rağmen devam eder ve yaşamaya değer. Bağlarda solan zaman Yürüdüğünüz yol sizi Hisarcık’taki ahşap kepenkli dükkanların önünden ve dolması için yolcu bekleyen tek otobüsün yanından geçirerek Burhan Sokağı’na doğru yönlendirir. Bahçe duvarından yollara sarkan ceviz ağaçlarının kenarından takibeden suyun şırıltısını dinleyerek yürürsünüz yokuş aşağı. Şehirlerin muntazam yapılmış bağ evlerinin ağızlarını şehre doğru açmış çerçevesiz, camsız köşkleri; daha mütevazı tollara nisbet yaparcasına süslenerek “öğlen gaflesi”ne gelecek misafirleri bekler. Köşlerin önündeki geniş çayırlığa gömülmüş olarak yapılan yuvarlak taş havuzlar ise, değirmendeki yorgunluğunu üzerinden bir türlü atamamış olan akar suyun, arktan ayrılarak birkaç gün dinlenmek istediği gizli bir sığınaktır. Ama ne gezer… Bu gizliliği birlikte yaşamak isteyen, o “niyet”in gelin ve kızlardan oluşan bir grup, sessizliğin hakim olduğu bir ikindi vakti, bu sessizliği bozmamaya özen göstererek girerler soğuk suya. Önce sakin başlayan serinleme hareketleri, daha sonra ritmini artırır ve küçük kıkırdaşmalar kahkahalara dönüşür. Dinlenmiş ve durulmuş olan su yeniden bulanır ve havuza girerken giyilen yazlık eski entariler, ıslandıkça omuzlardan kaymaya başlar. Su sesi ve kahkahalar Hasankayası’nda “yirmibir” oynayan gençlerin akıllarını çeler. Havuzdan gelen seslere karşılık vermek istercesine, yüksek perdeden girerler türküye:
Havuzu dolandırma, suyunu bulandırma,
Açma beyaz gerdanı, ağzımı sulandırma.
Önce uzaktan gelen sesler, giderek yaklaşır. Havuzdakiler, büyük bir panik içinde çıkarlar ıslak entarileri ile ve koşuşurlar köşkün altındaki karanlık “tokana”ya. Fısıldaşarak değiştirirler giyeceklerini ve bağ duvarındaki gedikten atlayarak evlerine ulaşırlar. Artık uzaklaşan seslerden ziyade, kalp çarpıntıları daha kuvvetli duyulmaktadır.
Yol, devam eder aşağıya doğru ve kıvrılarak. Birden, bir bolluğa çıkarsınız. Burası, biraz evvel türkü söyleyen gençlerin, taşlı zeminde, çıplak ayaklarıyla ve ağızdan şişirilip bağlanan meşin toplarıyla, futbol ya da voleybol oynadıkları Dutluk’tur. Akşam güneşi, dut ağaçlarının gölgelerinin uzayıp, top oynayan gençlerin serinlemesine katkıda bulunurken; yolu daraltarak adeta yok etmeye çalışan, yüksek hayalet evlerin kırık camlarını da yangın yerine çevirir. Tekrar genişleyen yol, çınar ve çam ağaçlarının gölgesinde Çayırgöl’e ulaşır. Dutluk’tan gelen şamatalı sesler artık duyulmaz olur. Sükunetin yarattığı huzurlu ortam, insanın tüm benliğini kaplar.
Onuncu kilometrede çıkarsınız şoseye. Yukarıda, dükkanların önünde bekleyen otobüs, yolcusunu tamamlamış olmanın keyfiyle geçer yanınızdan, tozu dumana katarak. Yumurtacı gediğine vardığınızda, ancak dağılmış olur toz duman. Gedik’ten, Çay Bağları’na doğru dönen, eşek üzerindeki ak sakallı dedeyi işte o zaman fark edersiniz. Duvarsız bağların çubukları size eşlik eder yürürken ca kopardığınız bir salkım gül üzümü paylaşır yalnızlığınızı. Sol tarafta batan güneş, Kızıltepe’yi daha da kızıla boyarken; sağdaki Ali Dağı’nın ancak üç küçük tepesini aydınlatır. Gültepe’yi geçer geçmez önünüz birden açılır. Şehrin ölgün ışıkları belirgenleşmeye başlar. Merdivenli bayırından kıvrıla kıvrıla inerken; şehirden gelen otobüsün virajı bir seferde alamayıp, muavininin arka tekerleğe taş koyarak yaptırdığı birkaç manevradan sonra yokuşu çıktığını seyreder, ortalığı kaplayan benzin kokusundan kurtulmak için aşağıya doğru koşarsınız. Ancak Gediris’e geldiğinizde, ciğerlerinize iğde kokularını doldurarak rahatlarsınız. Bu yoğun ile dar ama parke yoldan iğde ağaçlarına sürtünerek yürürsünüz.
Yolun bitimindeki çıkrıklı kuyudan, aşırma ile çektiğiniz buz gibi suyu kana kana içer, kendinize ancak gelirsiniz. Sırtınızı dayadığınız kuyunun ağızlığını, yatak yumuşaklığında hissedip; yorgun gözlerinizi açık tutmaya çalışarak, çevreye bir daha bakarsınız, hava iyice kararmadan. Önünüzde göz alabildiğince uzanan tarlaların hepsi ekilidir. Solda küçük bir tepe gibi görünen Maşatlık, arkasında Eskişehir ve Yılanlıdağ. Sağ tarafta ise kulesindeki projektörün belli hızla dönmesiyle çevreyi aydınlatan Tayyare Fabrikası.
Kuvvetli ışığın her vuruşunda kamaşan gözlerinizi daha fazla açık tutamaz, yorgun ve uykulu gözlerle şehrin ölgün ışıklarına bakarken, hatıra aleminden rüya alemine geçersiniz ve devam eder, 1940’lı 50’li yıllar…

Tuncer ERTEN
Eğitimci-Yazar

Muharrem BARUT

Kayseri ve Erciyes’ten söz edilince bu kente ve bu yüzü unutulmayan dağa olan sevgisi ile bilinen, tanınan değerli eğitimci-yazar merhum Muharrem Barut’u anımsamamak mümkün değil. Bu sevgiyi ve özlemi dile getirdiği 1976 yılında yayınlanan “Selam Kayseriliye” adlı eserinden aynı adlı manzumesini hemşehrilerimizin beğenisine sunuyor, kendi ifadesi ile hocamızı sizlere tanıtıyoruz.
1913 yılında, Manyas’ın Mürvetler köyünde doğdum. Üç erkek kardeşin ilkiyim. Dünyaya, kardeşlerimden önce gelmişim, işime yaradı. Birden fazla erkek çocuğu olan ailelerin, okul çağındaki bir çocukları Savaştepe Yatılı Okulu’na alırlardı. Ben de o talihlilerdenim. İlkokulu bitirince Balıkesir Necati Bey İlkokuluymuş kısmet. Sonra da Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü Edebiyat Bölümü... 1939-1941 yılları arasında Bulgar hududunda yedek subaylık. Terhisten sonra Kayseri Lisesi’ne atanma. Orada evlendim, bir oğlum bir kızım oldu. O nedenle meslek hayatımın ilk gözağrısıdır Kayseri. Öğretmenliğin yanı sıra hareketli bir dağcılık ve Kayakçılık Kulübü Başkanlığı. Dokuz yıl sürdü, bu mutlu, hızlı yaşantı. Sonra, Gediz Ortaokulu’rna transfer. Orada da bir dokuz yıl yenecek ekmeğimiz, içecek suyumuz varmış. 1958 de Eskişehir Lesesi’nde son durak. Buradar ayrılacağız, emeklilik denen ıskartaya herhalde. Gezi yazılarmda doğaya olan tutkumu dile getirmeği, anılarımrda olayların sıcak havasını yansıtmayı manzume ve dörtlüklürimde toplumda izlediğim aksaklıkları taşlamayı amaçlarım. Anlatımda, konuların, buruk kekreliğini, tiplerin çirkin sevimsizliklerini, mizahla mayalayıp yumuşatmaya çalışırım.
Selam Kayseriliye
Kayserli (1) EŞEK BOYAR BABASINA SATAR’mış (2),
Daha türlü-çeşitli, nice oyunu varmış.
Bu kadar olsa neyse, üstelik çok cimriymiş,
Bu huy ona Tanrı’dan, doğuştan bir veriymiş.
Olursa böyle olur, kuru iftira işte,
Kayserlinin bu değil portresi içte dışta.
Gerekirse çelmeler, şeytana başeydirir,
Bezirgan YAHUDİ’ye, pabucu ters giydirir (3).
”Eşek boyama” işi, tam bir gerçekse eğer,
Meziyet bu, yerilmez, övülmeye de değer.
Kayserlinin zekası, asıl burada değil mi?
Sanki saç-baş boyamak, bugün moda değil mi?
DEK DUR, DÖLEK DUR oğul, Kayserliye sataşma (4),
Aklın top-tüfek olsa Kayserliyle savaşma.
Kayserlisiz dünya, ruhsuz anlamsız kalır,
Kayserlim, seni yeren, batmanla GADAN alır (5).

Kayserili, konuğuna bir sofra donatır ki,
ZEKERİYA SOFRASI, görse imrenir belki (6).
Yoksu Kayserili de, yoksulluğu sevdirir,
Uçan kuşları sağar, yoğurdunu yedirir.
Kendisi tuza banar, soğanın CÜCÜĞÜ’nü (7).
Konuğa ikram eder, tek kangal sucuğunu.
Hele tatmaya gör, SU VE YAĞ MANTISI’nı (8),
PEHLİ’ye değişmezsin, dünyanın tatlısını (9).
Pastırmanın lezizi, ŞEKERPARE, KUŞGÖMÜ (10),
Çerez etsen doyamazsın, hemen Allah’ın günü.
Bilmem ama adına, neden TÜTÜNLÜK, dendi?
Şahlar, padişahlar da, iksir, diye beğendi.
Tüm kurabiyelerin, şahı, gevrek KETESİ (12),
Kayseriliye vergi, nefaset reçetesi.
İştaha şahlandırır, tel tel ÇÖMLEK PEYNİRİ (13),
Balla mayalamışlar, sanırsın mücevheri,
Daha dudakta erir, dilde kana karışır,
Lezzet şarhoşu olur, aklın fikrin karışır.
Hepten nankör değilsen, direnme, cimri deme,
Bol ÇAMANLI ekmek ye, abur cubur, hak yeme (14).

Kayserliden dileğin, ekmekten, aştan olsun,
Kişi Kayserli olsun, topraktan taştan olsun.

Özbeöz Kayserili, tam bir MÜTEDEYYİN’dir (15),

Vicdan rahatlığıyla, bir kuş kadar YEĞNİ’dir (16). Kayserli işe karşı, ibadet aşkı taşır,
İşinin başındayken, Tanrı’ya çok yaklaşır,
Şerefi, haysiyeti, kendine bayrak eder,
AĞ YÜZÜ KİR DONU’yla, her zor işi hak eder (17).
Hemen hiçbir Kayserli, tembel ve EMSİZ olmaz (18),
En kıraç işi tutsa, YOZGUN, verimsiz olmaz (19).
Çalışkanlık ve azim, hiç şaşmayan düsturu,
Başarıda, kazançta, yalnız odur tek sırrı.
İflas denen ejderha, Kayseriliden ürker,
Kayserlinin elinde, para ürer, CÜCÜK’ler (20).
Onun için her zaman, altın olur tuttuğu,
Dünyayı bağışlasan, kabullenmez kulluğu.
Gösterişi, sükseyi, umursamaz MASİMEZ (21),
Olduğundan bir başka görünmeyi hiç sevmez.

Kişi, Kayseriliyse, mertliğinden bellidir,
ŞEMŞAMER MEZHEPLİ’yse, Kayserili değildir (22).
Karekterce sağlamdır, granit taşı gibi,
Erciyes’in, yaz ve kış, dik, karlı başı gibi.
BÜNYAN HALILARI’nda, emektir, zevktir nakış (23),
O nedenle saraylar yaygısıdır, yaz ve kış.
Kayserli, tavlayıp dövdümüydü BAKIR’ı (24),
Altına dönüştürür, kalp kızıl MANGIR’ı (25).
TAŞ, gergeftir, oyadır, hünerli ellerinde (26),
Kayserilidir SİNAN, bütün eserlerinde (27).

Kayserili, süt gibi hemen kabından taşmaz,
Yarenlikte, mecazsız, espirisiz konuşmaz.
Her zaman realisttir, havanda su mu dövmez,
Hele hiç boş bulunup, kendi kendini övmez.
“Okur yazar değilim, ama Kayseriliyim” der,
Safça boynunu büker, bıyıkaltından güler.
Ruhun derinliğine, diker de bakışını,
İnce eler sık dokur, seçer arkadaşını.
Vefakardır, sadıktır, dosta ihanet etmez,
Eğri büğrü yollardan, Cennet’e bile gitmez.
Kayserili, mecliste hiç AĞZINI DAĞITMAZ (28),
Lafı, öyle dönderip, GAMGAYA KARIŞTIRMAZ (29).
HORATA’yı severde, ZAMBUR ZUMBUR, laf etmez (30,31),
Uluorta YINNAŞMAZ, hiç kimseyi incitmez (32).
Kayserlinin havası, yaz-kış sarımsaklıdır (33),
Gönül hazinesinde, ERCİYES’i saklıdır (34).
Üstelik, gurbetteyse, yazın düşte kar görür,
ALİ DAĞI, KOÇ DAĞI, hayalinde GÖVERİR (35).
Kulaklarında çınlar, bülbülün ağlaması,
GAZİ AYHAN’ın sazı, EMMİ’nin bağlaması (36).

Kayserili hakkında, içten yargım bu ama,
Yine de zaruridir, şu kısa açıklama.
Kayserili, ellere kolay kız vermez,
Bir de gözü tuttu mu, BAŞLIK BURMA önermez (37, 38).
Merak edenler olur, belki ben nereliyim?
Balikesir doğumlu, Kayseri’den evliyim.
Talihimden hoşnutum, bir Talaslı eşiyim,

O nedenle gerçekten çok mutlu kişiyim.
Sözümde abartmanın mayası var sanmayın,
YAPIKLI yaranması, anlamı çıkarmayın (39).
Kayserili bir erkek, eşine TAVİZ vermez (40),
Gelenek bu, kadın da erkeğine ÇEMKİRMEZ (41).
HORANTA’da, en ufak bir tedirginlik olmaz (42),
Karı-koca arası, hiçbir gerginlik olmaz.
Erkekler, evellallah, tüm süper erkektirler,
Kadın kadıncıklıkta, hanımları tektirler.

Erciyes’ten dileğin, boran olsun yaş olsun,
Kayserili olsun da, toprak olsun taş olsun…

1- Bu manzumede. “Kayserili” sözcüğü, ölçü zorunluluğundan ötürü “Kayserli” şeklinde yazılmıştır. Uyumun sağlanması için yazıldığı gibi okunmalıdır.
2- EŞEĞİNİ BOYAYIP BABASINA SATMAK: Kayserilinin eşeğini boyayıp babasına sattığı hakkında yaygın bir söylenti vardır.
3- Kayseriliyle, Yahudiyi karşılaştıran, Kayserilinin zeka üstünlüğü üzerine kurulu, bir çok hikaye ve fıkra vardır.
4- DEK DUR DÖLEK DUR: Aşırı gitme, haddini bil. Yaramaz çocuklar için uslu dur, anlamında kullanılır.
5- GADAN ALMAK, GADASINI ALMAK: Bir kimsenin vebalini, dertlerini, üzüntülerini üstlenmek.
6- ZEKERİYA SOFRASI: Mütedeyyin kimseleri, çevresinde toplayan, türlü emek ve çerezlerle donatılmış sofra. Davetliler, bu vesileyle dualar okurlar, dini, ahlaki sohbetlerde bulunurlar. Amaç Müslüman kardeşler arasında bağları, ilişkileri güçlendirmek, Tanrı’ya tükenmez nimetlerinden ötürü, hamd-i senada bulunmaktır.
7- BOĞANIN CÜCÜĞÜ: Küçük, küçük soğanın ortası, ekili yeşil soğanın ortasından çıkan, öbür doğal yapraklardan etlice, tazeyken yenmesi hoş, erince, ucu tohumlarla püsküllenen sürgün.
8- Kayseri, tuhanalarında (mutfak) pişirilip kotarılan mantıların çeşidi çoktur. Bu mantıların en popüleri su mantısıdır. Özlü buğday unundan açılan yufkalar, küçük kareler, biçiminde kesilir. İçine soğanlı, maydonozlu kıyma konur. Dört köşesi bir araya getirilir, kapatılırı. Suda kararrıy pişirilir. Fazla suyu süzülür. Salçayla renklendirilen tereyağı katılır. Tabaklara konur. Özümlenmiş, sarımsaklı yoğurt ekilir. Üstüne de sumak serpiştirilir. Girişilir kaşıkla yemeye. Her kadının mantısı yenmez. Yense de yalnız karın doyurur, nefis köreltilir. Lezzetli değildir, tat vermez. Kayserili kadının, kadın kadıncıklığı, mantısının nefasetiyle ölçülür. Altın, mihenk taşıyla; kadın mantı aşıyla. Kayserililer’de, en az haftada bir, mantı günü vardır. Uzun zaman gurbette, mantı özlemi çeken Kayserililer’de bazı alerjik belirtiler baş gösterir. Zekalarında tekleme, işe güce karşı isteksizlik belirtileri görülür.
9- PEHLİ: Koyun etinin, kaburga bölümüyle pişirilen, patlıcan (baldırcan) yemeği. Et, önce kızartılır, pişirilir. Sonra patlıcan yemeğinin üstüne konur. Özellikle bağ ve sebze mevsiminin doyum olmaz lezzetteki yemeklerinden biridir.
10- TÜTÜNLÜK, KUŞGÖMÜ, ŞEKERPARE: Pastırmanın en lezzetli, piyasada en pahalı satılan cinsleridir.
11- YAĞLAMA: Hamur, oklavayla açılır, şebitler biçiminde, saçta pişirilir. Bazlamanın incesi, yufkanın malıncası bir çeşit ekmek. Sıcak sıcak, tereyağına bulanır, langeriye üst üste istif edilir. Ortalanarak, dörde kesilir. Çocukluktan, alışılagelen bir beceriyle dürülür, sarımsaklı yoğurda banılarak yenilir.
12- KETE: Bir çeşit kurabiyedir. Kahvaltıda yenir. Sümmani, Kayseri pastırması ve yağlı ketesinin, yarım müslümana oruç bozdurabileceğini, söyler bir şiirinde.
13- ÇÖMLEK PEYNİRİ: Kayseri’ye özgü bir peynir çeşidi. Peynir, sıcak suda haşlanır. Gevgirden süzülür. Didiklenir. Arasına süt ve çöreotu konularak çömleklere basılır. Çömleklerin ağızları, hava almayacak şekilde kapatılır., mazende (mahzen) dinlendirilir, korunur.. Gerektikçe çömlek çömlek çıkarılır, yenir.
14- ÇAMAN: Pastırmaya sıvanan, biraz da pastırmayı pastırma yapan, sarımsaklı, baharatlı karışım. Aynı zamanda yoksul halkın katığıdır çaman. Ekmeğe sürülerek, banılarak yenir. Yerli havyar, diye lezzeti ve besin önemi belirlenir. Kayseri bebelerinin al al yanaklı, sağlıklı görünüşlerinin, mayası çemenle tutturulmuş diye yorumlarlar.
15- MÜTEDEYYİN: Dine içtenlikle bağlı olan, dindar.
16- YEĞNİ: Hafif, ağır olmayan, gönül rahatlığı.
17- AĞ YÜZÜ KİR DONUYLA: Yüzünün akıyla zor bir işi başarmak. Ağır bir sorumluluğun altından, maddi – manevi kayba uğramadan, lekelenmeden kalkmak.
18- EMSİZ: Beceriksiz, bir işi eline yüzüne bulaştıran.
19- YOZGUN: Soyluluğunu yitirmek, dejenere olmak. Damızlık, iyi cins hayvanlar, öbür hayvanlarla bir arada bulundurulursa yozarlar. Süt ve et verimi düşer. Eski alımlı biçimleri bozulur.
20- CÜCÜKLEMEK: Yavrulamak, yavru çıkarmak, üremek, boralmak.
21- MASİMEZ: Önemsemez (Mühimsemekten bozma).
22- ŞEMŞAMER MEZHEPLİ: Dönek, kaypak, özü sözü bir olmayan, bugün ak dediğine, yarın kara diyen.
23- BÜNYAN HALISI: Türkiye’nin en kıymetli halıları, Bünyan’da dokunur.
24- BAKIRCILIK: Kayseri’de bakırcılık, kuyumculuk kadar ince bir zanaat düzeyine erişmiştir.
25- MANGIR: Eskiden kullanılan, ufaklık, bakır para.
26- TAŞÇILIK: Kayseri’de taşçılık çok ileridir. Yurdumuzda tarihi kalıntılarır, Kayserili taş ustalarına restore ettirilir. Anıttepe’de yükselen, Başkent’e uhrevi bir hava kazandıran, Ata’nın kabri, Kayserili ustaların, emek şaheseridir.
27- SİNAN: Dünya ünlüleri tarihinin büyük şerefi, Süleymaniye, Selimiye Camilerinin yaratıcı dehası. Osmanlı ordularının fethettileri geniş ülkeleri, köprüler, camiler, mescitler ve imaretlerle bezeyen Koca Sinan Kayserilidir.
28- AĞZINI DAĞITMAK: Kötü söz söylemeyi alışkanlık haline getirmek, terbiye, ahlak kurallarını zedeleyici biçimde ölçüsüz konuşmak.
29- GAMGAYA KARIŞMAK: Gamga, yohnga demektir. Bir sözü yolundan, asıl anlam ve amacından saptırmak, gürültüye getirmek, yaygaraya boğmak.
30- HORATA: Latife, şaka.
31- ZAMBUR ZUMBUR: Eni boyu olmayan saçma sapan söz.
32- YINNAŞMAK: Sırnaşmak, sululuk etmek.
33- SARIMSAK: Kayserililer genellikle sarımsaklı yemeklere düşkündürler.
34- ERCİYES: Erciyes’in Kayserililer’in coğrafyasında önemli bir yeri vardır. Gurbetteki Kayserililer’in hemen hepsi, zaman zaman bir nevi Erciyes nostaljisine tutuldukları olur.
35- GÖVERMEK: Yeşermek, yeşil bitkiler için; “Göverti” biçiminde kullanılır.
36- GAZE AYHAN – EMMİ: Kayseri’nin yetiştirdiği büyük saz sanatçıları. Her ikisi de vefat etti.
37- BAŞLIK: Evlenmelerde, oğlan tarafının, kız ana – babasına ödediği para. Başlığın miktarı, kızın soyuna sopuna, güzelliğine, zenginliğine göre artar, eksilir. Başlık, muhtaç olunduğu için alınmaz. Bu kızın değerini belirleyen bir gelenektir.
38- BURMA: Kalın altın bilezik.
39- YAPIKLI: Kılıbık, eşinin her dediğini yapın, başı eygin erkek.
40- TAVİZ: Bir şey vaat etmek, bir şey karşılığı alınan ödün.
41- ÇEMKİRMEK: Arsızca cevap vermek.
42- HORANTA: Ev de bulunanlar, ev halkı.
Kaybolan bir değer
Neden, sahip çıkamıyoruz?
Sayfalarımızda yer alan fotoğraflara lütfen dikkatle bakınız. Birincisi Eylül 1977’ye ait; Erciyes Dağevi’nin simgesi ünlü çanın yanında yer alan iki kişiden biri ben Doğan Bulgun, diğeri değerli gazeteci ağabeyim Mahmut Sabah… Ve ikinci fotoğraf; 27 yıl sonra Eylül 2004’te çekildi, çan yok, olması gereken yerde objektife hüzünle bakan kişi ben, Doğan Bulgun… Diğer fotoğraflarda ise çandan geri kalanları görüyorsunuz.
Elimizde çok net bilgiler yok ama, çanın 1940 yılların sonlarında Erciyes’e gönül vermiş bir avuç değerli insan tarafından, yetkililerin izniyle Talas’ta eski bir kiliseden alınıp binbir güçlükle dağevinin yakınlarında tepelik bir alana monte edildiğini biliyoruz.
O günlerde şimdiki gibi yol ve haberleşme olanağı yok. Dağevine gitmek isteyen sporcu kafileleri bulabildikleri araçlarla Hisarcık’a kadar gelir, oradan da yürüyerek dağevine ulaşırlarmış. Erciyes bu, belli mi olur? Sisi var, tipisi var. Böylesi günlerde dağevindeki görevliler belli aralıklarla çanı çalar, kafileye kaybolmasınlar diye sesle yön verirlermiş,. 1970’li yıllarda gelişen teknoloji ve yol koşulları doğal olarak çanın işlevini yitirmesine neden olmuş. Çan da Erciyes’in bir simgesi olarak orada kalmış.
Ancak kendini akıllı sanan (!) bazı kişiler “Karışımında altın var” gerekçesiyle çanı söküp götürmüş. Uzun uğraşlardan sonra çan bir tarla içinde bulunup yerine takılmış. Daha sonra bir kez daha çalınıp, yeniden bulunmuş, ancak üzerinde ağır işlemler yapıldığı için artık ses vermez olmuş. Şiddetli bir fırtınada çengelinden çıkarak parçalanmış. Şimdilerde ise parçaları bir depoda saklanıyor. Amacımız kimseyi suçlamak değil. Ancak, kimbilir kaç yüzyıllık bir geçmişi olan böylesi bir simgeyi kaybetmiş olmak insanı üzüyor, hüzünlendiriyor…